Gelişmiş, güzelleşmiş veya gelecek vadeden yerler ya da geri kalmış bölgeleri kalkındırmak üzere uygulanan proje merkezleri göç alır. Buralarda en büyük sorunu göçe bağlı sıkıntılar oluşturur.
Dağınık yaşayan ve bu nedenle ortak hizmetlerden yeterli pay alamayan kitleleri bir araya getirmek üzere uygulanan sosyal projelerin dışındaki göçler hızlı olmaz. Kısa süreli hızlansa da zamanla yavaşlar.
Buralara iş bulmak yani ekonomi kaynaklı diğer sorunlarına çözüm bulmak üzere gelenler genel olarak geldikleri yerlerdeki imkanlardan faydalanamayacak kadar yeteneksiz kişilerdir. Bu nedenle bölgeye daha önce yerleşmiş olanların önceden paylaşmış olduğu imkanlara ortak olma gayretiyle kitle içerisinde hareketliliğe neden olur. Bu tür noktalarda ihtiyaçlar artarak devam eder, bu da özellikle belediyelerin ve diğer hizmet birimlerinin aynı çember içerisinde dönmesine sebep olur.
Atatürk Barajı ve Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) uygulamasından dolayı gelecek vadeden Adıyaman ve Şanlıurfa illerini buna bir örnek verebiliriz. 1980’li yıllardan sonra kademeli bir şekilde büyüyen ve göç alan bu iki ilimizin belediyeleri ise bunca yıldır aynı sokak ve caddelerin altyapısını değiştirmiş durmuştur.
Örneğin, belediye birimleri bir sokağın kanalizasyon şebekesini yapıp bitirdiğinde birileri yeni bir bina temeli atmış ve onca masrafla yapılan şebeke sanki hiç yapılmamış gibi yetersiz kalmıştır.
Göçlerin neden olduğu sorunlara baktığımızda en çok hırsızlık, fuhuş, gasp ve bedel karşılığı başkalarına zarar verme (kiralık adamlık) gibi başlıklar altında toplayabiliriz ve hepsinin ortak sebebi cehalettir.
Cahil insanların bakış açısı kendi yaşam alanı kadardır.
Kişilik ve değer yargıları ölçüsüne göre soruna neden olan bu kişilerin en büyük eksiği küçük yaşam alanlarından (genelde köy veya mezra) gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Oralarda trafik yoğunluğundan kaynaklanan sorun yoktur, orada yüksek ses sorunu da yoktur, orada “toplum içerisine giriyorsun bu nedenle giyim-kuşamına dikkat et” gibi tavsiye veya kural da yoktur.
Onlar kentleri belgesellerde görmüştür; ki bu belgeseller ya nostaljik bilgileri veya trajedik olayları içermektedir. Bu kişilerin aklı karışıktır ve sayıları da azımsanmayacak kadar çoktur. Ve kesin olan bir şey vardır ki; Aklı karışık kitleler gelişemez.
Araştırma konusunun başlığı olan “kentlilik bilinci” cümlesi kentlerde sorun teşkil eden kişilerin hayatları boyunca neredeyse hiç duymayacakları bir cümledir.
“Kent” kelimesini bilmeyen eğitimsiz toplumlardan böyle bir konuda “bilinç”li olmasını beklemek Türkiye için hayaldir. Çünkü Türkiye’de en büyük sorun bilme eksikliğidir, yani “bilinç”sizliktir.
Nüfusunun büyük bölümü kırsal bölgede yaşayan, geri kalanların yarısından fazlası ise kentlerde bulunmasına rağmen kırsaldan gelen kökeninin alışkanlıklarını kentlerde devam ettiren bir ülkede söz konusu sorunlardan kurtulmanın tek yolu vardır, o da eğitimdir. Ancak kangren olmuş yaraların ilaç tedavisiyle kapanmasının zor olması gibi ülkemizde eğitimsizlikten kaynaklanan sorunların çözümü de çok güçtür.
Bir nedenle sohbet ettiğim yaklaşık 40 kişiden neredeyse hepsi “Türkiye’de en büyük sorun nedir?” şeklindeki soruma “eğitim” diye cevap verdi. İkinci önemli sorunumuz nedir dediğimde ise “işsizlik” dediler.
Görüştüğüm kişilerin çoğunluğu ilkokul veya ortaokul mezunu esnaftı. Yani eğitim seviyesi düşük kişilerden oluşuyordu. İşleri ülkenin yönetimi değildi ama sorunun kaynağını biliyorlardı.
Aydınlar sınıfının mensuplarına da aynı soruyu sorsam, alacağım cevap neredeyse aynı oranda ve aynı şıklardan oluşacaktır.
“Peki, aydınları da cahilleri de aynı sorunu işaret eden bir ülkede sorun neden çözülemiyor” derseniz ve bunun cevabını bulup, çözmek için samimi olarak gayret ederseniz kalkınma yoluna girmişsiniz demektir.
Şimdi olduğu gibi, biz söyleyip biz dinliyoruz. Bu dergideki (Yerel Siyaset Dergisi) konuları yazanlar da okuyanlar da aynı kişilerden oluşuyor.
Sorunu çözmesi gereken kişiler yazmadıkları gibi okumuyorlar da.
“İnsanlar eğitilmelidir” diye bas bas bağıran bu toplumun eğitilmesinden sorumlu kişilerin eğitim düzeyini merak ediyorum. Ama gerçek düzeyden bahsediyorum, yani diplomada belirtilen ve çoğunlukla kopya ile elde edilen notlardan değil. Yani gelişi güzel geçen eğitim-öğretim sezonları sonunda kurum başarı oranını başkalarına karşı yüksek göstermek amacıyla öğrencilere yükseltilerek verilen notların belirlediği düzeyden bahsetmiyorum.
Bence modern kentleşme hedeflerinin dillendirildiği iktidarlar döneminde şehir sokaklarından tezek kokuları geliyorsa, insanlar hayvanlarla aynı ortamda yaşamak zorunluluğu hissediyorsa, halen “kişisel hijyen” amaçlı kampanyalarla insanlara “elinizi sabunlayın” demek zorunda kalıyorsak birileri yanlış yapıyor demektir. Eğer bu yanlışlığı yapanlar ülkenin yönetimini elinde bulunduranlarsa, yani üst tabakanın mensuplarıysa yapılanlar hatadan da öteye suç teşkil ediyor demektir.
Konu başlığımız ne olursa olsun yazıyoruz, konuşuyoruz hatta bağırıyoruz ama yine de sorun çözülmüyor demektir. Peki ne olacak?
Böyle giderse gelişmeyeceğiz. Çünkü başarı için istemek gerekir. Biz istemiyoruz. İstiyor gibi görünüyoruz ama gerçek manada istemiyoruz.
Toplumun çoğunluğunun gerçekten istediği bir şeyin olmaması mümkün değildir. Yani mesela hepimiz birden “yolsuzluk ayıptır, bize yani insana yakışmaz, onursuzluktur” deseydik yolsuzluk fiilini kim işleyecekti?
Eğer bütün toplumumuz "eğitim önemlidir" deseydik okullarımızda derslik, sıra, öğretmen ve araç gereç eksikliği kalır mıydı?
Yeterince eğitim almış kişilerden oluşan toplumlarda insana, hayvana ve çevreye karşı bir saygı gelişir. Bu da ortak yaşam alanlarının korunması ve gelişmesi anlamına gelir.
Mehmet Emin Danış
(Bir Yazarın Arzuhali isimli kitabımdan - 2006)